TarihSayfası tarihsayfasi.com



5- İbnu Abbâs

Abdullah İbnu Abbâs İbni Abdilmuttalib İbni Hâşim el-Kureşî el-Hâşimi: Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın amcası Abbâs´ın oğludur. Büyük oğlu Abbâs´la künyelenir ve Ebu´l-Abbâs denir. Annesi Ümmü´l-Fadl-Lübâbetu´l-Kübra´dır. Lübâbe´nin babası da Hâlid İbnu Velîd´in dayısı olan el-Hâris İbnu Hazn´dır.

İbnu Abbas (radıyallahu anh) çok hadîs rivâyet eden sahâbelerdendir (müksirûn). 1660 hadîs rivâyet etmiştir. Her hususta ve bilhassa tefsîrde ilmi çok geniş idi. Bu sebeple kendisine el-Bahr (Deniz) denmiştir. Habru´l-ümme (Ümmetin bilgini) onun bir diğer lakabıdır. Habru´l-Arab da denmiştir. Tercümânu´l-Kur´an en yaygın lakabıdır.

İbnu Abbâs (radıyallahu anh) Mekke döneminde hicretten üçyıl önce, Benû Hâşîm ve Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)´in Kureyş tarafından boykot ve muhâsara edildikleri esnada doğmuştu. Hz. Peygamber´e getirildi. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) onu kucağına oturtup mübârek tükrükleriyle tahnîk edip damağını ovdu. Böylece midesine giren ilk şey, bu nevebi tükrük oldu. İbnu Abbas (radıyallahu anh) iki defa Cebrâil (aleyhisselam)´a görme, mükerrer fırsatlarda da Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)´in dualarına mazhar olma şerefine ermiştir. Şöyle der: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) beni kucaklayıp bağrına bastı ve: "Allah´ım buna hikmeti öğret" dedi" Resûlallah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın onun başını okşayıp, ağzına tükürdüğü "Allahım bunu dinde fakîh kıl, Kitab´ın te´vîlini (Tefsir) öğret" diye dua ettiği muhtelif rivâyetlerde gelmiştir.

Bu duaların bereketine onda hâsıl olan ilim aşkını kendi rivâyetinden takip edelim: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) vefat ettiği zaman, Ensar´dan bir zâta: "Gel seninle berâber Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın Ashâbını dolaşıp hadîs soralım, şimdi onlar sayıca çoklar" dedim. Bana: "Sana hayret doğrusu! Görüyorsun, bütün halk sana muhtaç" dedi ve teklifimi kabul etmedi. Ben tek başıma Ashâb´a hadîs sormaya başladım. Bir kimsenin hadîs bildiğine dair bir haber bana ulaşsa, hemen onun kapısına gider, ridâmla kapıya dayanır beklerdim. Bu esnada esen rüzgâr yüzüme toprak savururdu. Adam bir ara çıkıp beni görünce: "Ey Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın amcasının oğlu! Niye buraya kadar gelip zahmet çektin! Birisini bana göndermen kâfiydi, ben sana gelirdim" derdi. Ben kendisine: "Hayır, senin ayağına gelip hadîs sormak bana düşer, uygun olanı benim gelmemdir" diye cevap verirdim". İbnu Abbâs (radıyallahu anh) sözlerini şöyle tamamlıyor:

"- (Beraber hadîs takib etmeyi teklif ettiğim Ensârî zât (uzun müddet) yaşadı. Hadîs sormak üzere halkın etrafımda toplandığını görünce: "Bu genç benden akıllı çıktı" dedi".

Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın vefatında onüç yaşında olan İbnu Abbas (radıyallahu anh), rivâyet ettiği hadîsleri, yukarıki rivâyetin açık şekilde gösterdiği üzere, Ashâbı teker teker dolaşıp onlardan sorarak öğrenmiştir. Rivâyet ettiği 1660 hadîsten pek azı doğrudan görüp, işittiği şeye dayanır. Âlimler bunun rakamını vermeye çalışırlar. İttifak edilen miktar dörttür. Kırk kadarı da ihtilaflıdır, gerisi mürsel´dir.[78]

Rivâyetler, İbnu Abbâs (radıyallahu anh)´ın âyetlerin esbab-ı nüzûlünü öğrenmek için, vak´a şahitlerini, nüzûle sebep olan şahısları, arayıp bularak, kendilerinden sorma yollarını araştırdığını gösterir. Şu rivâyet bu hususu te´yîd eder: Ubeydullah İbnu Ali İbni Ebî Râfi anlatıyor: "İbnu Abbâs (radıyallahu anh) Ebu Râfi´ye gelip: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) falanca gün ne yaptı? diye sorardı": Ebu Râfi, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın azadlısıdır.

İbnu Abbas (radıyallahu anh)´ın berâberinde söylediklerini yazan bir kâtip vardı. İbnu Abbâs´ın haşmette, ilimde, elbise, cemâl ve kemâlde, Araplar arasında bir benzerinin olmadığı ifâde edilir. Kendisi şöyle buyurmuştur: "Biz Ehl-i Beytiz, nübüvvet ağacıyız, meleklerle haşir neşir olduk, Risalet beytinin ehliyiz, Rahmet beytinin ehliyiz ve ilmin mâdeniyiz." Bedeni tasvirini yapanlar: İri, boylu, yakışıklı, sarıya çalan beyaz renkte, güzel yüzlü olduğunu, saçlarının gür ve kınayla boyadığını, fasîh olduğunu belirtirler.

İbnu Abbas (radıyallahu anh), Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın duası bereketine gerçekten mümtaz bir ilme ve nâfiz bir anlayışa, derin bir fıkha mazhar olmuş idi. Hz. Ömer (radıyallahu anh) onu, bir çoğunun itirazına bile sebep olacak kadar genç yaşta istişâre meclisine almıştı. Müşkil bir mesele ile karşılaşınca genç Abdullah´ı çağırır: "Bize zor bir dâva getirildi, bu ve benzerleri ancak senin işindir, (hallet)!" derdi. Hz. Ömer (radıyallahu anh) onun verdiği hükmü olduğu gibi benimserdi. Bu durumu anlatan râvi der ki: "Hz. Ömer (radıyallahu anh) bu çeşit çetrefilli meselelerde İbnu Abbas (radıyallahu anh)´dan başkasına başvurmazdı. O Ömer de, Ömer´di. (Yani Allah ve müslümanlar için içtihadda selahiyetli ve mâhir biri olduğu halde İbnu Abbas´a müracaat eder, kadrini, liyakatini takdir ederdi)". Hz. Ömer (radıyallahu anh) onun için: "O, olgunların gencidir, çok soran bir dile, çok öğrenen bir kalbe sahiptir" derdi.

Ubeydullah İbnu Abdillah, İbnu Abbas´ın ilim, fıkıh, hilm, neseb ve te´vîl´de bütün insanları geçtiğini belirtir ve şöyle derdi: "Ben, Hz. Peygamber´in hadîslerini bilmede, Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer ve Hz. Osman´ın fetvalarını tanımada ondan daha ileri, rey´de daha nâfiz, şiirde, Arapça´da, Kur´ân tefsîrinde, hesapta, farzlarda daha bilgin, çözümüne muhtaç olunan meselelerde re´yi daha keskin birisini bilmiyorum". Bu zat, sözünü, te´kidli bir üslubla şöyle noktalar:- İbnu Abbas, haftanın bir gününde ilim halkasına oturur o gün sadece fıkıhtan bahsederdi, bir başka gün sâdece te´vîl (Kur´ân tefsiri) üzerinde dururdu, bir başka günün mevzuu megâzî (Hz. Peygamber aleyhissalâtu vesselâm´ın savaşları), başka gün şiir, bir başka gün eyyâmu´l-arab (arab tarihi) olurdu. Onun halkasına oturan her âlim ona karşı saygıyla ürperir, her soru sâhibi mutlaka sorduğunun cevabını alırdı". İbnu Abdilber´in kaydettiği rivâyet "her sınıf insanın" onda, aradığı ilmi bulduğunu belirtir.

Tâvus´a: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın onca büyük sahâbelerini bırakıp bu çocuğun peşine mi düştün?" dediler. Şu cevâbı verdi: "Ben Resûlullah (aleyhisselâtu vesselâm)´ın Ashâbından yetmiş (bir rivâyette beş yüz) tanesini gördüm. Ancak, bir meselede ihtilaf ettiler mi, İbnu Abbâs (radıyallahu anh)´ın kavlini benimsiyorlardı". Bir başka rivâyette "...İbnu Abbâs´a muhâlefet etseler "O mesele senin dediğin gibidir" "Sen haklıymışsın" demeden dâğılmazlardı" der.

İbnu Abbâs´ın ilim meclisleri hakkında Atâ da şu bilgiyi verir: "Ben İbn-i Abbâs (radıyallahu anh)´ın meclisi kadar değerlisini görmedim, fıkıhça en zengin, haşyetçe en büyük olan idi. Fıkıh ashabı onun yanında, Kur´ân ashâbı onun yanında, şiir ashabı onun yanında idi. Onların herbirine geniş bir vadiden rivâyet sunardı."

Abdullah İbnu Ebî Yezîd, İbnu Abbâs´ın fetva usül´ünü şöyle açıklar: "İbn-i Abbâs (radıyallahu anh)´a bir şey sorulduğu vakit, cevabı Kur´ân´da varsa onu söylerdi. Kur´ân´da yoksa ve sünnette varsa onu söylerdi. Sünnette yoksa fakat Ebu Bekir ve Ömer (radıyallahu anhüm)´de varsa onu söyler, bunlarda da yoksa kendi, re´yini söylerdi."

Bâzı rivâyetlerden İbnu Abbâs´ın tedrisatının alâka ile takip edildiği, çok istifadeli geçtiği anlaşılmaktadır. Sâd İbnu Cübeyr memnuniyetini şöyle ifade etmiştir: "Ben İbnu Abbâs (radıyallahu anh)´dan hadîs dinler (öyle memnun kalırdım ki) izin verse başından öperdim". Ebu Vâil´in anlattığına göre, İbnu Abbâs´ın, Nur Sûresi ile alakalı açıklamasını dinleyen bir zât memnuniyet ve takdirini: "Bunu Deylem halkı dinleseydi mutlaka müslüman olurdu" diyerek ifade eder. Hac mevsiminde yaptığı konuşmaları dinleyen A´meş de: "İranlılar ve Rumlar bunu dinleselerdi mutlaka müslüman olurlardı" der. Bir başka dinleyicisinin de "kelâmının tatlılığı" sebebiyle "başından öpmek istiyorum" dediği rivâyet edilmiştir.

Hz. Ali (radıyallahu anh) halife olunca İbnu Abbâs´ı Basra´ya vali tayin etmişti. Orada, bir Ramazan boyu halka karışıp tedrisatta bulundu, râvi: "Ramazan ayı çıkmadan halka fıkhı öğretti" der.

İbnu Abbâs (radıyallahu anh), Hz. Ali (radıyallahu anh) ile Cemel, Sıffin ve Nehrevân savaşlarına katılır. Ömrünün sonlarına doğru âmâ olur.

İbnu Abbâs (radıyallahu anh), Abdullah İbnu Zübeyr (radıyallahu anh) ile Abdülmelik İbnu Mervân arasındaki fitne çıkınca karışmak istememiş ve Muhammed İbnu´l-Hanefiye ile birlikte çoluk çocuklarını alarak Mekke´ye çekilmişlerdir. Abdullah İbnu Zübeyr (radıyallahu anh) onları yanına çekme hususunda ısrar etmiş ve adam göndererek: "Biat edin" demiş, onlar: "Biz sana ne de başkasına karışmayız, kendi işini kendin hallet" demişlerdir. Ancak Abdullah İbnu Zübeyr şiddetli bir ısrar göstererek: "Ya biat edersiniz ya da sizi ateşte yaktırırım" der. Onlar da Kufe´deki adamlarına Ebu´t-Tufeyl´i göndererek: "Bu adama itimad edemiyoruz" derler. Dört bin kişi imdada gelir. Mekke´ye girer ve tekbir getirirler. Bütün Mekke ahâlisi ve İbnu´z-Zübeyr işitir. İbnu´r-Zübeyr kaçar ve Dâru´n-Nedve´ye -bir rivâyete göre Kâbe´ye sığınır. İbnu Abbâs, İbnu´l-Hanefiye ve yakınlarını kurtarmak üzere gidilince evlerinin etrafına duvar boyu, ateşe hazır halde odun yığılmış olduğu görülür. Kurtarılan İbnu Abbâs´a: "Halkı bu adamdan kurtaralım" teklîf ederler. O: "Hayır, burası haram bölgedir, Allah haram kılmıştır. Cenâb-ı Hak burayı bir kere Nebî´si için helâl kılmıştır..." der ve kan döktürmez.

Abdullah İbnu Abbâs´ı bir müddet Mina´ya götürürler, sonra Taife. Orada hastalanacak ve kendi ifâdesiyle "yer yüzünün en hayırlı insanlar grubu arasında" ruhunu teslim edecektir. Ölüm tarihi ihtilaflıdır: 65, 67, 68. umumiyetle 68 kabul edilir. Vefatı sırasında bembeyaz bir kuş gelip nâşı ile kefeni arasına girer, ve bir daha çıkmaz. Kabre konduğu zaman şu âyetin tilavet edildiği işitilir: "Ey itmînâna ermiş ruh! Dön Rabbine, sen O´ndan râzı, O da senden râzı olarak. Haydi gir kullarımın içine, gir cennetime" (Fecr: 89/27-30).

İbnu Abbâs´ın ilminden gerek sahâbe ve gerekse Tabiîn´den pek çok kimse istifade etmiş, rivâyette bulunmuştur. Ravileri arasında Sahâbe´nin büyükleri ve Tabiîn´in büyükleri yer alır. Mesela: Abdullah İbnu Ömer, Enes İbnu Mâlik, Ebu´t-Tufeyl, Ebu Umâme İbnu Sehle, kardeşi Kesîr İbnu Abbâs, oğlu Ali İbnu Abdillah İbni Abbâs, azadlıları İkrime, Kureyb, Ebu Mâbed Nafiz; Ata İbnu Ebî Rabâh, Mücâhid, İbnu Ebî Müleyke, Amr İbnu Dinâr, Ubeyd İbnu Umeyr, Said İbnu Müseyyeb, Urvetu´bnu Zübeyr, Tâvus, Vehb İbnu Münebbih... vs. [79]

BİR İSTİTRAD

Şiir Bilgisinin Ehemmiyeti:

Selef büyüklerinin hayatından bahsederken, onların faziletleri meyanında "şiir" bildikleri de ifâde edile gelmiştir. Bu İbnu Abbas için de böyledir, Hz. Aişe için de böyledir. Daha niceleri için bu kayda yer verilir.

Kısa bir istitrâdla bunun ehemmiyetine dikkat çekmek istiyoruz: Ehl-i sünnet ve´l-cemaat Kur´ân ve hadîsi anlamada, bu iki temel kaynağın nasslarından hüküm çıkarmada elfâzın ifâde ettiği zâhirî mânayı esas almıştır. Zahirî mânanın dışına çıkıp te´vile gitmenin sıkı şartları, kayıtları vardır. Aksi takdirde naslar kişilerin keyfine göre yoruma tâbi tutulur ve ortada herkesin anlaşıp birleşeceği din diye bir şey kalmaz.

Burada şu soru karşımıza çıkar: Zâhirî mâna neye göre tesbit edilecek?

İşte bu sorunun cevâbı İbni Abbas (radıyallahu anh) vs. selef büyüklerinin şiir bilgisinin, edebiyat bilgisinin ehemmiyetini ortaya koyar. Çünkü zâhirî mânanın tesbiti meselesi, daha Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)´in zamanında bir problem olarak kendini hissettirmiş, zaman zaman bâzı âyetlerden, hadîslerden ne kastedildiği sorulmuştur. Bu paralelde Rasûlullah (aleyhisselâtu vesselâm)´ın azımsanmıyacak açıklamaları, tefsirleri vardır.

Ancak, asıl problem Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)´in vefâtından sonra ortaya çıkacaktır. Selef uleması bu meseleyi çözmede bir prensipte ittifak etmiştir: Kelimelere verilecek mânada câhiliye şiirini esas almak. Çünkü birçok âyette, Kur´ân-ı Kerîm´in "Arapça" olduğu belirtilmektedir.[80] Arap dili ise, Kur´ân´ın nüzûlünden önce teşekkül etmiş, işlenmiş, edebî mahsülât vermiş bir dildir. Yani kelimelerin mânaları daha önceden istikrarını bulmuş ve kelimeler, kazandığı mânalarda olmak üzere cahiliye devri şâir ve hatiplerince kullanılmıştır. Öyle ise câhiliye şiiri, Kur´ân´ın sıhhatli ve mûteber bir şekilde anlaşılabilmesi için en muteber kaynak olmaktadır. Dolayısiyle, bu kaynağın iyi bilinmesi, Arap diline hâkimiyetin ifadesi olmaktadır. Kur´ân-ı Kerîm´in bütün incelikleriyle anlaşılması, Arapça´nın gerek edatlar ve harf-i cerler ve gerekse lügat (kelime bilgisi) yönüyle bütün nüanslarıyla bilinmesine bağlı olduğuna göre, âlimler, araştırıcılar önce iyi bir Arapça öğrenmelidirler. Bu da dilin daha önceden her yönüyle kullanılmış bulunduğu câhiliye devri yani İslâm öncesi şiirini iyi bilmeye bağlıdır.

Şu halde İbnu Abbâs gibi ilk İslâm müfessir ve fakihlerinin câhiliye şiirini bilmeleri, onların ortaya koydukları açıklama ve hükümlere güven açısından son derece mühimdir. Onların herkesin fevkinde şiir bilmeleri, herkesin fevkinde âlim olmalarının gereğidir. Sözgelimi İbnu Abbâs (radıyallahu anh)´ın şiir tedrîs etmesi, Arap edebiyatı öğretmesi demektir.

Taberânî´de kaydedilen bir rivâyete göre, Nâfi İbnu´l-Ezrak ve Necdet İbnu Uveymir[81] başkanlığında Hâricîlerin ileri gelenlerinden bir grup, İbnu Abbâs (radıyallahu anh)´a gelerek Kur´ân-ı Kerîm´den pek çok garib kelimeyi "Bu ne demektir?" diye sorarlar. İbnu Abbas (radıyallahu anh) her kelimeyi açıklarken önce ifade ettiği mânayı verir, arkadan câhiliye şiirinden o kelimeyle ilgili bir şâhid getirir. Sorulan kelimeler ve yapılan açıklamalar ve şahit olarak gösterilen beyitler altı sayfa tutacak kadar çoktur. Müşahhas bir örnek olmak üzere tek soru ve tek cevap kaydedeceğiz:

"...Nâfi İbnu´l-Ezrak sordu:"- Azîz ve celil olan Allah´ın “Yurselu aleykumâ şuvâzun min nârin ve nuhâs” kavlinden bana haber ver, ayette geçen eş-şuvâz nedir? İbnu Abbâs:

"- İçinde duman olmayan alevdir" diye cevap verdi. Nâfi:

"- Kitap, Muhammed (aleyhissalâtu vesselâm)´e inmezden önce Araplar bunu biliyorlar mıydı?" dedi. İbnu Abbâs (radıyallahu anh):

- Evet biliyorlardı! Umeyye İbnu Ebî´s-Salt´ın şu sözünü işitmedin mi?[82]

İslâm âlimleri, Kur´ân-ı Kerîm´i, her çeşit ferdîlikten (sübjektif) uzak, objektif bir şekilde anlamak için, kelimelere câhiliye devrinde verilmiş olan mânaların tesbitine ta ilk asırlardan itibaren ehemmiyet vererek çeşitli lügât çalışmaları yapmışlar ve her bir kelimeyi açıklarken o kelimelerin kullandığı mânaları ve bu mânalarda kelimenin geçmiş bulunduğu câhiliye şiirinden örnekler vermişlerdir. Fakihler ve müfessirler arasında ortaya çıkan bir kısım ihtilaflar buradan kaynaklanır. Her fakih (veya müfessir) kendi anlayışının doğruluğunu, o kelimenin -esas almış bulunduğu mânada- daha önce kullanıldığı, câhiliye şiirinden örnek getirmek suretiyle göstermiştir.

İslam´ı istediği şekilde yorumlamak isteyenleri tedirgin eden, kımıldayamıyacak kadar ellerini kollarını bağlayan bir durum.

İslâm düşmanları, bu engeli aşabilmek için, şeytânî bir deha ile, câhiliye şiirini kökten inkâr etme desîsesine tevessül etmişlerdir. Batılı bazı müsteşrîkler ve Mısırlı Tâha Hüseyin gibi Batılıların yolunda giden bazıları büyük bir cür´etle câhiliye şiirinin, -onları şâhit olarak kullanan müelliflerce uydurulduğu iddiasında bulunmaktan çekinmemişlerdir. Bu maksatla, Taha Hüseyin, Fî Şi´ri´l-Câhilî adıyla 1920´li yılların başlarında yaptığı bir doktora çalışmasında bir kısım müsteşriklerin iddialarına ilmî bir tahkik hüviyeti kazandırarak, Batılıların fevkalâde alkışına, iltifatlarına mazhar olur. Ancak, Mısır´da karşılaştığı reaksiyon ve yapılan ilmî tenkidlere cevapta acze düşmesi sonucu iddialardan rücû eder. [83]

Yeni yorum gönder

Bu alanın içeriği gizlenecek, genel görünümde yer almayacaktır.
  • Web sayfası ve e-posta adresleri otomatik olarak bağlantıya çevrilir.
  • İzin verilen HTML etiketleri: <a> <em> <strong> <cite> <code> <ul> <ol> <li> <dl> <dt> <dd> <img> <b> <center>
  • Satır ve paragraflar otomatik olarak bölünürler.

Biçimlendirme seçenekleri hakkında daha fazla bilgi

Son yorumlar