Hüsrev Paşa'nın Azli

Hüsrev Paşa'nın Azli

Devleti aliyyenin ikinci adamlığının sadrazamlık olduğu cümlenin malumudur. Ülkenin her tarafında onun emri geçer yalnız padişahın sarayının kapısından içeri adım attığında idam emri veremez. Bunun ne kadar büyük selahiyet oldu­ğunu bir an bile düşünmek insana dehşet verir. Yalnız şunu da unutmamak gerekirki, idam taşına en yakın kelle yine sadrazamların kellesidir. Yine de bu makamı elde etmek İçin uğraşanların sayısı daima birden fazla olmuştur. Bu minval üzere Hüsrev paşanın rakibi olarak selefi yâni kendinden ön­ceki sadrazam Filibeli Damad Hafız paşa milleti islâmiyeye hizmet için bu makamı yeniden ele geçirmeye gayret sarf ediyordu. Ayrıca Topal Recep paşa'da o yüce makama göz dikmişti. Şunu da gözden uzak tutmamalıki, Recep paşa da bu makama erişmek için çevirmeyeceği fırıldak, başvurma­yacağı yol yoktu.

Sipahiler Hüsrev paşa'nın muvaffakiyetsizliğini göz önüne alarak ordunun başına Hafız paşa ve Defterdar Mustafa pa­şanın gönderilmesini istediler. Hafız paşa ve Mustafa paşa bu talebin Hüsrev ve Topal Recep paşaların işbirliği şeklinde te­lakki ettiklerinden dolayı mukabil tertibat olmak üzere hare­kete geçtiler. İlk iş olarak Şeyhülislâm Yahya EfendPve Hz. Padişahın yakınlarından Hasan paşa ile temas kurdular. Bu temas neticesine bir iktidar değişikliği meydana geldi. Hüs­rev paşa'nın azil haberi ordugâha geldiğinde asker feryada başladı. Hüsrev paşa çok sert bir adam olmakla berabeı as­keriyle haşır neşir olurdu. Asker kendisiyle beraber olan ku­mandanı çok sever. Hele üstelik bu zat bir paşa hem de koca bir sadrazam olursa daha çok sevilir. Hatta Padişah 4. Murad askeriyle aynı şartlar içinde seferde bulunduğundan her as­ker kendisine sonsuz bir sevgi ile bağlanmıştır. Aynı karava­nadan yemek yemiş, onlar gibi toprak üzerinde uyumuş ve en tehlikeli yerlere onlarla beraber atılmıştı.

Asker bu tip kumandanı şüphesizki çok sever. Hüsrev pa­şa da bu hasletlerle donanmış olduğundan asker samimi ola­rak feryad-ı figan etmişti. Azil haberini getiren haberciyi Öl­dürmek isteyen askerin elinden Hüsrev paşa şu sözlerle ala­bilmişti. «Haberci, Efendimiz padişahımızın emirlerini getir­miştir. Onun kılına halel gelirse bu padişahımıza karşı bir hareket sayılır, buna ben müsaade etmediğim gibi canımı ortaya koyar onu müdafaa ederim» mealindeki bir hitapta bulundu. Asker ise; öyleyse bizde padişahımıza arzuhal ya­zar bu kararın düzeltilmesini isteriz, dediler. Hüsrev paşa ma­iyeti erkânı ile ordunun başından ayrılmış ve Malatya'ya koşmuş ve saraydan mührü hümayunu almak içir gönderilen kapıcılar kethüdasına padişahın emanetini iade etmişti. Et­mişti ama o andan itibaren Anadolu üzerinde esmeye başla­yan ihtilal rüzgârı ese ese bir top olmuş Dersaadete ulaşmış ve orada da patlayan bir bomba olmuştu.

Şöyleki; Anadolu'daki sipahilerin bir bölümü İstanbul yo­lunu tutmuşlardı. Yoldakiler gele dursun, İstanbul'daki sipa­hiler Sultan Ahmed meydanını doldurmuşlar ve Şeyhülislâm Yahya Efendi, Sadrazam Damad Hafız Paşa, Yeniçeri Ağası Hasan Halife,;Defterdar Mustafa paşa ve padişah musahibi Musa Çelebi'nin kellelerini istemeye başlamışlardı. İstan­bul'da dükkânlar kapanmış manzara yine Şehid-i Genç Os­man vakasındaki anarşi tırmanışına benziyor, korku ve telâş birbirine karışıyordu.

Bir grup isyancı, sarayın birinci kapısının önüne dolmuş; adalet yerine gelmedikçe dağılmayacaklannı beyana ve nü­mayişe başlamışlardı. İstedikleri adalet neydi? Halife-i Rûyi zemin, icra cihazında değişiklik yapmıştı. Bu onun hakkı de-ğilmi idi? BU istek bir alessultan huruç değilmi idi? Elbette haksızdırlar, adalet istiyoruz derken haksızlık ediyorlar, hali­fenin icraatına müdahale ediyorlardı. Evet, şartlar tam olun­ca İhtilal meşru olur nazariyesi ancak beşeri sistemler için geçerlidir. Seri bir devlet olan Osmanlıda bunun geçerliliği yoktur. Bunu bu sistem içinde geçerli kılmaya kalkanlar kah­rı ilahiye nizamı âlem avdet ettikçe duçar olurlar.

O gün sarayda divan toplanacaktı. Bu sırada Hafız Ahmed paşaya bir dostundan gelen haberci sarayın önü isyancılarla dolu olduğunu bu gün divana gitmemesini bildiriyordu. Bu haberi gönderen yeniçeri ileri gelenlerinden ve 4. Murad'ın çok sevdiği Bayram paşa olduğu rivayeti çok kuvvetlidir. Gelen haberciye şefkat dolu bir hitapla Bayram paşa'ya se­lâmlarımızı bildir, biz başımıza gelecekleri dün gece düşümüzde gördük, takdir neyse o olur, diyerek yanından hiç ayırmadığı üç muhafızının refakatinde sarayın yolunu tuttu. Sarayın kapısına geldiklerinde sipahiler taşlar atarak hücu­ma geçerler, Hafız paşaya isabet eden bir taş paşayı kulağı­nın yanından yaralar ve atından düşmesine sebeb olur. Fakat yanındaki koç yiğitler hemen paşalarını etten ve kemikten yapılmış bir duvarın içine alır gibi etrafını çevirip, paşalarını açılmış olan sarayın küçük kapısından içeri kaçırırlar. Bunu yapabilmeleri için paşanın üç muhafızının biri sipahilerin kar­şısına tek başına çıkıp kılıcını çekip onlarla bir meydan kav­gasına tutuşarak paşasına ve iki arkadaşına zemin ve zaman kazandırır.

Paşa ve iki muhafızın saraya dahil olduğunu görenler önle­rinde bir kale gibi dikilen kahraman muhafızı şehid edene kadar saldırırlar. O aziz şehid paşa'sına ve arkadaşlarına do-layısiyle din ü devlete vazifesinin yerine getirmiş insanların huzuru içinde şehadet şerbetini içer. Burda brlhasa belirtmek isterizki; Selçuk Kuleli adlı bir yazar kardeşimiz Tür-Dav ya­yınları arasında neşrettiği «Zorba» adlı tarihi romanda yukarı­da kısaca verdiğimiz bu olayı o kadar nefis surette romanlaş-tırmıştır ki; herkesin okuması ehemmiyetle tavsiye olunur. Ayrıca romanlaştırılmış bir 4. Murad devri bu romanda zevk­le takip edilebilir. Evet biz yine Hafız Ahmed paşa'mizın sa­rayın kapısından içeri girdikten sonra meydana gelen ahvale dönelim.

Paşa başından yaralı ve bembeyaz kavuğu al kanlara bo­yanmış, bir din kardeşinin attığı taşla yaralanmış sadrazamı­nı gören padişah o kadar üzülmüştüki, başındaki kanlan te­mizlemeden mührü hümayunu uzatan ellere bakıp «Git lala, Allah (c.c.) muin'in olsun» diyerek üzüntü içine Hafız paşa'ya saklanması için müsaade vermişti. Sadrazam bir kayıkla Üs­küdar tarafına geçmek üzere padişahın yanında ayrılmıştık!,isyancılar arz odasına kadar gelip dayanıp ayak divanı iste­diler.

Genç padişah çok cesur bir insan olduğu için fütur getir­meden ayak divanına çıktı. «Ne istersüz» diye sorduğunda kimisi onyedi kelle isteriz, kimisi Hafız paşayı ver onu pare­leriz diye bağırıyor her kafadan bir ses çıkıyordu. Gayet uya­nık bir insan olan Hz. Padişah karşısındakilerin hem konuşup hemde etrafını sarmaya çalıştıklarını his ettiğinde «Siz konuşacaktınızda beni niçün çağırısüz» deyip çevik bir hareketle dönüp yürüdü gitti. İşte bu sırada hareket yapmak isteyenleri etten ve kemikten bir dıvar meydana getirerek Önleyenler Enderun talebeleri olmuştu.

Asiler avlarını kaçırmış gibi homurdandılar ve şu sözleri dile getirmeye başladılar. «Ya Hafız paşayı verirsin yahut se­ni de istemeyiz.» Bu tehdit çok ağır ve Genç Osman mer­hum vakasını ister istemez hatırlatıyordu. Zaten ihtilaller bir­birlerinden az farklıdır, daima biri öbürünü hatırlatır. Tecrübeli Hafız paşa arz odasının kapısına gelenleri görünce Üsküdara gitmekten vaz geçmiş bir perde arkasında vaziyetin göstere­ceği inkişafı takip ediyordu. Zaten neticeyi akşam gördüğü rüyadan bilmiyormuydu? Tam ortaya çıkmak üzereydi ki, ihanet kumkuması Topal Recep paşanın şu sözlerin duydu: «Padişahım bu kulunuda isteseler ver, bin canım olsa binide uğruna feda olsun.» iki yüzlü, haris Topal'a bu asil sözler hiç yakışmıyor, o ağızdan çıktığı için bu fazilet ve yüksek ruhları anlatan bu yüksek kelimeler, asaletini kayb ediyordu. Hafız paşa meydana çıktığında neleri kurturacağını hesapladı. Bi­rincisi şehidlik mertebesine erişerek ahiretini, sevgili padişa­hını dolayısıyla rayından çıkmış devlet trenini asli yerine oturtacak adama zemin hazırlama ve nihayet az önce Recep paşanın ağzından çıkmakla kirlenen o güzel kelimelerin ihata ettiği yüksek mânayı... Bu hesabı yaptıktan sonra Hafız paşa

perdenin arkasından fırlayarak, padişahın ayaklarının dibine kapanarak «Padişahım, devlet ü din ve senin uğruna bin ha­fız kulun feda olsun. Ricam odur ki, beni siz katletmeyesüz, onların arasına salın yumruklarımla dövüşerek şehid ola­yım. Yetimlerimi merhametli nazarınıza ısmarlıyorum. Onla­rı gözeteceğinizden hiç şüphem yoktur» dedikten sonra va­kur bir yürüyüşle kapıya yaklaştı, bir işaretle kapıyı açtırdı, «Lahavle velâ kuvvete illâ billâ hil aliyyüaziym» ayeti kerime­sini okuyarak isyancıların ortasına doğru yürüdü... Dudakları kıpır kıpır ediyor, sert adımlarla ağır ağır ilerliyor ve isyancı­lar gayri ihtiyari bu yaşlı delikanlının önünden çekiliyor adeta yo! açıyorlardı... Hz. Padişah parmaklıklı pencereden veziri eniştesinin gidişini seyrediyor... Kalbindeki heyecan son had­di buluyor, çünkü Hafız paşa nerdeyse isyancıların arasından çıkmak üzere. O sırada uğursuz bir ses nurun ne durursu­nuz?»

Hz. Padişah o sesin sahibini o anda eline geçirse kuvvet simgesi yumruğu ile un ufak ederdi... Evet o uğursuz ses ce­vap almıştı: bir hain elini, devletin emektarı Hafız paşayı vur­mak kasdıyla kaldırdığı an sonradan Osmanlı Tokadı adı ile meşhur olacak olan Hafız paşa tokadı, hainin suratına patla­dığı an herifin hayat defteri durulmuş oldu. Ne varki hain bit-miyorduki, bir başkası elindeki hançerle Hafız paşayı kulağı­nın arkasından yaraladı. Paşa bu ağır darbeye rağmen yıkıl­madı, kendini yumrukları ile müdafaa ediyordu. Fakat sayı­sız hançer sayısız defa inip kalkıyor bu kıymettar vücutta oluk gibi kanlar akan yaralar açıyordu. Bu yelkenlinin yavaş yavaş sulara gömülmesi gibi Hafız paşa'da bu isyancı insan denizinin ortasında kaybolmaya başlamıştı. Padişah Hazret­leri, dişlerini sıkıyor, bir yumruğunu öbürüne vuruyor, «Hafı­zım, Hafızım» diye inler gibi ses çıkarıyorduk!, bu insanın esas konuşan yeri olan kalb'den geliyordu. Nasilki, zikre başlayan hâl ehli az sonra sadece kalbinin «Allah, Allah» di­yen sesini duyar ve duyurursa, Sultan Murad'da kalbinden gelen sesle Hafızım Hafızım diyordu. Ne güzel tecellidirki Ce­nabı Mevlâ'nın esmasindandır Hafiz kelimesi...

Biz 4. Murad'ın ruhunda kopan fırtınayı bırakıp meydanda cereyan eden facianın son demine gelelim:

Hafız paşa son olarak gırtlağından yediği bir hançer dar­besiyle yere düşmüştü. Hainlerden ismini bilmemekle tarih sayfalarının kendini bahtiyar sayacağı, adamlıktan bibehre bir adam, bu güzide vezirin başını gövdesinden ayırdı. Devle­ti aliyede cereyan eden nice faciaların en unutulmayanların­dan birinin sonunu ilan etti. Hafız paşa şehid olmuştu. Ner-den, kimin tarafından konulduğu anlaşılmayan yeşil bir örtü, aziz şehid'in üzerine örtülmüş, dünyada kalanlara şu meal­deki ayeti adeta haykırıyordu. «Allah yolunda ölenlere, şehid olanlara siz ölü demeyiniz. Onlar Allah katında hay'dırlar (diridirler}.»

Hafız paşa Üsküdar'a defnedilir. Hazreti Padişah; bu duru­mu da gördükten sonra kararını vermiştir: devlet gemisi bir sarsıntı daha geçirecektir. Bu sarsıntıyı da atlatınca artık kaptan köprüsüne kendi geçecek, gerek ecdadının gerekse tarihin omuzlarına yüklediği bu mukaddes vazifeyi emel ve arzularına göre idare edecekti. Siyasi rüştüne erdiğinde önemli bir gösterisi sayılacak olan şu hareketi yaptı. Bu gü­ne kadar şöyle veya böyle devleti idare eden Kösem Mah-peyker Valide sultanı emekli etmesi oldu. Çünkü Hafız paşa­nın elim akibetinden sonra Valide sultan'ın tavsiyesiyle iste­meyerek sadrazam yaptığı Recep paşa'yı hiç görmek dahi istemiyordu.

Burada kısa bir izah gerekti. Kanaatımızca bütün tetkik ettiğimiz tarihlerin ekserisinde Kösem Valide sultanın salta­nat sürmek için devlet adamlarıyla bilhassa vezirlerle birlik olduğunu ileri sürerler ve böylece kendisini kötülemeği yeğ tutarlar. Çocuk yaştaki bir padişahın devlet idaresini temin etmek için kuvvetli bir vâsiye ihtiyacı olduğunu hiç bir akıl sahibi red edemez. Zaten Osmanlı devletinde vezirlere Lala diye hitap edilmesindeki sırda bunda mi" ıdemiçtir. Sadra­zam bir yerde padişahın yetkilerini padişah adına kullanır ama ya o makama göz dikerse... Bu bakımdan bu devlet adamlarını daima kontrol altında tutmak için böyle sunî ta­raftarlıklara siyaseten ihtiyaç vardır. Fevkalade bir haber al­ma teşkilâtı kuran Validesultan Recep paşanın entrikaların­dan elbette habersiz değil idi. Hatta kendisini tasvip eder gö­rünerek yardımcı olduğunu his etmek mümkündür. Fakat Padişah'ın kızmasına rağmen Recep paşayı tavsiyesi «a!, kullan sonra da katlet» demekten başka mânaya gelmez. Böyle düşünmek için Validesultanın muhtedi olmasını bir ku­sur olarak görmemek yeter. Fakat bazı tarihçiler; sakim dü­şüncelerinin esiri olarak, yok efendim Rus asıllı, yok Rum gi­bi ithamlarla asla sorumlu olmadığı nesebiyle yargılanmış ve tarih içinde en hırpalanan bir Osmanlı annesidir. Torunu 4. Mehmed'in saltanatı sırasında bir askerin elleri ile boğup öl­dürmesinden sonra Şehitvalide diye onu ananlar hainmidir-ler? Yoksa zahir halleri ile en az bizim kadar müslüman olan o zamanki Osrnanlılarmidır? Neyse biz yine mevzuumuza dönelim.

Anadoluda başlayıp, İstanbul'da sadrazam Hafız paşayı götüren ihtilalin diğer bir teşvikçisi olarak sabık sadrazam Hüsrev paşa olduğunu padişah tesbit etmişti. Şimdi son ra­unt başlıyordu. Hazreti padişah bu rauntu mutlaka kazanma­lıydı. Murtaza paşayı Diyarbakır Beylerbeyliğine tayin eder­ken, Hüsrev paşanın idam fermanını da adı geçen paşanın eline tutuşturmuştu. Hüsrev paşa bu idam fermanına biraz direttiyse de akibet başı vücudundan ayrılarak İstanbula gönderildi. Talihsiz Hüsrev paşanın başı dersadete geldiğinde ikinci ve daha da şiddetli bir ihtilâl vuka geldi.

Bu vukuatı anlatmadan evvel Hüsrev paşaya talihsiz de­memizin sebebini kısaca anlatalım. Geçmiş sayfalarda da anlattığımız gibi paşa çok sert kan dökücü olmasına rağmen askeriyle aynı meşakkat ve mahrumiyetlere katlanan, İranlı­lara karşı merhum Hafız paşadan daha fazla muvaffak ol­muş, Abaza paşa meselesini hal etmiş, devlete bir çok yarar­lıklar göstermesi buna mukabil azline sebeb olan vakada Kı­rım Hân'ının gösterdiği yavaşlıktan dolayı vazifesini yapama­mış olması düşünülürse hizmetinin fena olmadığı, sadece makamını yeniden ele geçirmek için Topal Recep paşa ile aynı safta olması talihsizliktir. Yoksa asla Recep paşa gibi mel'un değil idi.
Top