Çöl

Çöl

Erkek çocukların, doğduktan sonra çöle emzirilmek ve belli bir yaşa kadar büyütülmek üzere gönderilmesi Ara­bistan´da yaygın bir gelenekti. Çocuk ölüm oranının yük­sek ve salgın hastalıkların yaygın olusu nedeniyle Mekke´­de de bu gelenek sürdürülüyordu. Fakat bundan amaç sa­dece çocuğun çölün temiz havasını teneffüs etmesi değil­di. Bu sadece bedenle ilgili bir sebepti. Çölün insan ruhu Üzerinde de bir takım etkileri vardı. Kureyş yerleşik ha­yata yeni geçmişti. Kusayy, onlara Mabed´in etrafına evler yapmalarını söyleyene dek- yan göçebe bir hayat yaşıyor­lardı. Sabit yerleşme tabii ki kaçınılmazdı, fakat bu türlü yerleşme sakıncalıydı. Soyluluk ve özgürlük birbirinden ay­rılmaz iki kavramdı ve göçebe özgürdü. Çölde bir insan, mekana hükmettiğinin bilincindeydi; bu hükmetme saye­sinde de bir bakıma zamanın baskısından kurtuluyordu de­nebilir. Çöl insanı, çadır bozarak dünlerini savabiliyordu; zamanı ve yeri henüz belirmedigi için yarın bir hüsran olarak görünmüyordu. Fakat şehirli insan bir mahpustu Onun bir yerde sürekli kalmak zorunda oluşu herseyi çürü­tüyor ve -dün, bugün, yarın- zamanın gayesi haline getiri­yordu. Şehirler bozulma yerleriydi. Şapşallık ve tembellik onların duvarları arasına gizlenmiş ve insanın uyanık ve te­tikte oluşunu köreltmek için hazır bekliyorlardı. Orada her şey, hatta insanın sahip olduğu en önemli özellik olan dil bi­le bozuluyordu. Arapların çok azı okuyabilirdi, fakat güzel konuşma tüm Arapların çocuklarında görmek istediği üt­tün bir meziyetti. İnsanın değeri güzel konuşmam ve bela-gafa İle ölçülürdü ve belagatın´.başı da şiirdi. Ailede bir şairin bulunması Övünülecek bir olaydı. En iyi «»Her he­men hemen tamamen çöldeki birkaç kabileden çıkıyordu. Çünkü çölde konuşulan dil güre çok benziyordu, ,

Bu nedenle çölle bağlantı nesilde yenilenmeliydi; ciğerler için temiz hava, dil için saf arapça ruh için öz­gürlük. Kureyş´in erkek çocukları, çölden bu faziletleri ka­pabilmeleri için, daha kısa surede yeterli olmasına rağmen, sekiz yaşlarına kadar çölde kalırlardı.

Bazı kabileler çocuklara bakma ve büyütmede iyi şöh­ret kazanmışlardı. Bunlardan biri de Mekke´nin güneydo­ğusunda yerleşen, Havazin´lerin en önemli kollarından biri olan Beni Sa´d îbn Bekr kabilesi idi. Amme oğlunu bu ka­bileden bir kadına vermek istiyordu. Onlar Mekke´ye be­lirli zamanlarda süt çocuğu almak İçin gelirlerdi ve yalan­da bir grubun gelmesi bekleniyordu. Mekke´ye bu kez yap­tıkları yolculuğu, onlardan biri, kocan Harisle birlikte ge­len ve yeni doğum yapmış olan Ebu Zu´ayb´ın kızı Hali­me şöyle anlatıyor: «O yıl bir kıtlık yılıydı ve hiçbir şeyi­miz kalmamıştı. Dişi eşeğimin üzerine bindim. Yanımıza bir damla bile süt vermeyen yaşlı dişi devemizi de aldık. Açlıktan ağlayan küçük oğlumuz yüzünden bütün gece uyuyamadık. Çünkü göğsümde onu besleyecek kadar süt yoktu. Eşeğim o kadar zayıf ve güçsüz idi ki çoğunlukla diğerlerini bekletiyordum.»

Develerin ve eşeğin beslenip güçlenebilmesi için nasıl bir damla yağmur yağmasını beklediklerini anlattı. Fakat Mekke´ye varana dek hiç yağmur yağmadı. Beni Sa´dülar süt çocuğu almak için etrafa bakınmaya başladıklarında. Amine orada bulunanlara sırayla oğlunu almaları için tek­lifte bulundu, fakat hepsi reddettiler. Halime: «Bunun se­bebi çocuğun babasından biraz destek beklemenüzdi. O bir yetim, annesi ve dedesi bize ne sağlayabilir? diyerek onu almadık- dedi. Çocuk emzirmek için direkt bir Ücret İste­miyorlardı, çünkü çocuğa verilen süt karşılığında par» almak şerefsizlik sayılıyordu. Aldıkları karşılık daha dolaylı ve uzun. sûreye bağlıydı. Şehirlilerle göçebeler arasındaki bu değiş-tokuş doğal bir şeydi, çünkü birinin zengin oldu­ğu konuda diğeri fakirdi. Göçebenin teklif ettiği şey Tanrı vergisi geleneksel yaşam şekliydi. Habibi´in yaşam şekli. Ka­bil´in oğulları ise -ilk şehirleri kuran Kabil´di, zenginliğe ve güoe sahiptiler. Bedevi´nin avantajı, büyük ailelerden biriyle sürekli bir bağ kurmaktı. Sütanne, kendisine ikin­ci bir anne gibi bağlanacak ve yaşamı boyunca minnettar kalacak bir oğul sahibi oluyordu. O aynı zamanda kendi çocuklarına da kardeş gibi davranacaktı. Bu ilişki sadece sözde bir ilişki değildi. Araplara göre süt de varislik ka­nallarından biriydi ve emzirenin nitelikleri hemen bebeğe, de geçerdi. Fakat süt çocuktan büyüyene dek hiçbir şey beklenemezdi, o büyüyene dek çocuğun görevlerini babası yüklenirdi. Bir büyükbaba (dede) görevler için uzak sa-yılabirlirdi. Bu durumda ise Abdu´l-Muttalib´ân yaşlılığı ne­deniyle uzun süre yaşayamayacağını biliyorlardı, öldüğün­de torunu değil oğullan miras alacaklardı. Amine iee fakirdi; çocuğa gelince, babası ona zengin bir miras bıraka­cak kadar yaşamamıştı. Oğluna beş tane deve, küçük bir koyun ve keçi sürüsü ve bir cariyeden başka miras bırak­mamıştı. Abdullah´ın oğlu gerçekte büyük bir aileye men­suptu; fakat bu yil teklif edilen en fakir çocuktu.

Diğer taraftan sütanne ve ailesinin zengin olmaları beklenmese de çok fakir olmamaları istenirdi. Halime ve kocası arkadaşları arasında en fakir olanlarıydı. Halime ve diğeri arasında bir seçenek ihtimali olduğunda, diğeri tercih ediliyordu. Sonunda Halime dışında tüm Beni Sa´d kadınları birer çocuk sahibi olmuşlardı. Sadece en fakir sütanne çocuksuz, en fakir çocuk da sütannesiz kalmıştı.

«Mekke´den ayrılmaya karar verdiğimizde» dedi Hali­me, «kocama dedim ki: tüm arkadaşlarımın arasında em-zirecek bir çocuk bulamadan dönmeyi sevmiyorum. Gidip o yetimi alacağım.» «Nasıl istersen» dedi. «Onun sayesinde Tann bize belki lütfeder.» Ondan başka bir bebek bula­madığım için döndüm ve onu aldım. Onu alıp konakladığımız yere döndüm, onu kucağıma alıp göğsüme yaklaş, tırdığımda göğsüm onun için sütle doldu. O kendi meme­sini emdi, diğerinden de süt kardeşi doydu. Sonra ikisi de uyudular, kocam yaşlı devemizin yanına gitti, bir de ne görsün! Memeleri süt doluydu. Onu sağdı ve doyuncaya dek ikimiz de sütten içtik. En güzel gecemizi geçirdik ve sabahleyin kocam bana şöyle dedi: «Halime, senin aldı­ğın bu çocuk korunmuş bir yaratık.» «Benim dileğim de bu» dedim. Daha sonra yola koyulduk, ben eşeğe bindim, arkama da çocuğu bindirdim. Eşeğim tüm diğerlerini geç­ti ve hiçbiri ona yetişemedi. Bana «Hey, bizi bekle! Geldi­ğin eşek bu mu?» diye sordular. «Tabii bu» dedim. «Ona bir mucize isabet etmiş» dediler.

«Beni Sa´d yöresindeki çadırlarımıza ulaştık. Tann´nın yeryüzünde burası kadar kısır ve verimsiz bir* toprak da­ha olduğunu sanmıyorum. Fakat biz çocuğu beraberimiz­de getirdikten sonra sürümüz her seferinde karnı tok ve sütle dolu olarak eve dönüyordu. Diğerlerinin bir damla bile sütü yokken biz onları sağıp içiriyorduk. Komşuları­mız ise kendi çobanlarına: -Gidin ve onların çobanının ot­lattığı yerlerde sürüleri otlatın» diyorlardı. Yine onların sürüleri aç ve sütsüz dönerken, bizimkiler tok ve sütle do­lu dönüyorlardı. Çocuk iki yaşma gelip ben onu sütten ke sinceye dek Tann´nm bu lütfü devam etti[1]

«Çocuk iyi büyüyordu» diye devam etti. «Ve diğer ço­cukların hiçbiri büyümede ona yetişemiyordu. iki yaşma geldiğinde iyi gelişmiş bir çocuktu, bize getirdiği bereket nedeniyle bizde daha çok kalmasını istememize rağmen onu annesine geri götürdük. Ona şöyle dedim : «Küçük oğlumu daha çok güçlenene dek benim yanımda bırak, çünkü Mek­ke´de onun salgın hastalıklara yakalanmasından korkuyo­rum». Onu bize tekrar verene dek annesine ısrar ettik.

«Dönüşümüzden aylar sonra birgün o ve kardeşi çad;ırm arka tarafında kuzularla beraberlerdi. Kardeşi ko­şarak geldi ve «Kureyşli kardeşim, beyazlar giymiş iki kişi onu aldılar, yere yatırdılar ve göğsünü açtılar, elleriy­le göğsünü karıştırıyorlar- dedi. Bunun üzerine ben ve ba­bası onların yanına gittik, onu oturur bulduk, fakat yüzü solgun görünüyordu. Onu yanımıza çektik ve «Sana ne ol* du oğlum?» diye sorduk. Şöyle cevap verdi: «Beyazlar giy­miş İki adanı yanıma geldi, beni yatırdılar ve göğsümü aç­tılar, içinde bilmediğim birşeyi araştırdılar»[2]

Halime ve kocası Haris etrafa batandılar, fakat insana benzer bir şey göremediler. İki çocuğun söylediğini doğru­layacak bir damla kan veya yara bile yoktu. Sorulan so­rular çocukları söyledikleri şeyden vazgeçiremedi. Çocu­ğun küçücük göğsünde bir çizik bile yoktu. Normal olma­yan tek şey çocuğun sırtında, iki kürek kemiğinin ortasın-daydı: küçük, fakat belirgin yuvarlak bir işaret Sanki bir bardak kapanmış gibi oranın etleri derinin üstünde bir yükseklik meydana getiriyordu. Fakat bu işaret doğuş­tandı.

Daha sonraki yıllarda çocuk bu olayı daha ayrıntılı bir şekilde anlatabiliyordu: «Beyazlar giymiş iki adam yanı­ma geldi, ellerinde karla dolu altın bir leğen vardı. Sonra beni yatardılar ve göğsümü açtılar, kalbimi dışan çıkar­dılar. Aynı şekilde onu da ikiye ayırdılar, içinden siyah bir pıhtıyı alıp attılar. Daha sonra kalbimi ve göğsümü karla yıkadılar.»[3]. Şunları da ekledi: «Meryem ve îsa dışında, doğduğu andan itibaren tüm Ademoğullanna Şeytan do­kunmuştur.»[4]



--------------------------------------------------------------------------------

[1] U.. 105

[2] A.g.e.

[3] I. S. I/l, 96

[4] B. Ljc, 54.
Top