Çaldıran'a Doğru

Çaldıran'a Doğru

Safevî türklerinden olup mezhebi Şia olan Şah İsmail Ya­vuz Selim'in tahta cülusunu tebrik için elçi göndermekle be­raber Osmanlı'nın doğu hududlarında Şîi mezhebinin propo-gandasını icra etmekten çekinmiyordu. Yazdığı şiirlerin Türk­çe olması hasebiyle bir çok insanın bu sapık mezhebe meyli­ne sebeb oluyordu. Şiîlik felsefî bir sapıtma neticesi olmakla beraber aslında siyasî bir harekettir. Bu siyasetin doruk nok­tasına yükseldiği bu sıralarda nümayan idi. Şah İsmail esasta Ahmed Sultan tarafını tutuyordu. Fakat ehli sünnet mensubu Ahmed Suîtan'ı tutuşu cidden Ahmed Sultan'ı sevmesinden değil Yavuz Sultan Selim'e alternatif olmasındandi. Bu arada Hazreti Padişahın Bursa'ya yürüyüşü sırasında kaçan Alâed-din Şah Mısır'da vebadan ölmüştü. Ahmed Suitan'ın diğer oğlu Şehzade Murad'ı yanına almış, ondört sene süren de­vamlı muharebe tecrübesiyle Yavuz Sultan Seiim Hazretleri­nin karşısına çıkmaya mağrur bir şekilde karar vermişti.

Hazreti Padişah yüzseksen bin kişilik ordusuyla Sivas'a geldi. Sivas önlerinde Orduyu Hümayun'a bir resmî geçit yaptırdı. Bu resmî geçit çok muhteşem bir resmî geçid oldu. Bilhassa cennetmekân Sultan Bayezid-i Velî Hazretlerinin ge­liştirmiş olduğu seyyar topçu birlikleri, seyredenlerin gözleri­nin faltaşı gibi açılmalarına sebeb oldu. Çünkü bu toplar is­tihkâmlara sabit olmayıp gayet hareketli arabalara yerleşti­rilmiş esnayı harpta arzu edilen cihete ateş edebilmek imkâ­nına sahip kılınmıştı. Burada bir hatırlatma yapalım. Bu sa­tırları okuyanlar bu buluşu bugünün şartlan içinde mütalâa ederlerse şüphesiz ki çok basit bulurlar. Fakat gününün şart­ları içinde düşünebilmek ancak bu buluşların ne azim bir teknik sahibi olan ecdadımızın varlığını hatırlar. Çünkü o sı­ralarda Avrupa'da daha tuvalet dahi bilinmiyor, şimdi hasta­lara ve küçük çocuklara kullanılan oturak gibi kaplara defî hacette bulunurlardı. Londra'da yaz günü herkes şemsiye ile gezerdi. Bu güneşten korunmak için değil ikinci ve veya üçüncü kat'tan üzerine atılacak pislikten korunmuş olmak içindi. Yine o sıralarda Avrupanın en gelişmiş insanları olan şövalyeler dahi en ufak medeniyet kurallarından habersizdir­ler. Anlatılır ki, bir yuvarlak masa şövalyesi toplantıda süm-kürdüğünde karşısındakinin omuzundan aşıp duvara yapış­mış ve muhatabının aman demesine mukabil «yaralanmadı­nız ya dostum» diyerek en yüksek mensuplarının dahi mede­niyeti insaniyeden ne kadar mahrum olduklarını anlatır sanırız.

Bugün hayranı olduğumuz batı medeniyetinin mazisi bu­dur. Maalesef milletimizin son altmış yıldır biz şöyle berbadız, böyle kötüyüz diyenleri bu altmış yıl için söylüyorlarsa belki mazurdurlar amma bu fikir ve görüşlerini o şanlı ecdadımıza da teşmil ediyorlarsa yaptıkları yedikleri kaba pislemekten ibarettir. Evet geleiim Çaldıran'a doğru...

Resmî geçidin bitişinden sonra zaferler başbuğu Yavuz Se-lîm ordusunun kırkbin kadar kuvvetini Kayserime Sivas ara­sına serpiştirdi. Bu bir bozgun halinde (Allah muhafaza) bo­zulacak asayişi temini nizâm dahiline sokmak için düşünül­müştü. Erzincan tarafına doğru yanında yüzkırkbin kişilik mücahidini havi olarak yürüyüşe geçen Padişah Hazretleri resmî geçidin raporlarının Şah İsmail'e çoktan vardığını tah­min ediyordu. Bu arada Hazreti Padişah ile Şah İsmail Safevî arasında nameler teati ediliyor, ince nemaket satırları arasın­daki hareketler her hangi biru sulh imkânını ortadan kaldırmaktan başka bir işe yaramıyordu. Yalnız elçiler gitikleri yer­lerden dönebiliyorsa bizar da malûmatlar getirmiş oluyorlar­dı.

Üçbin kilometreye yakın bir yolu kat etmiş olan Orduyu Hümayun sabırsızlanmaya başlamıştı. Hele İran hududuna girip de Şah İsmail ve askerinden eser görülmeyince artık dönüp gitme istekleri çoğalmaya başladı. Bunun üzerine bu işleri kışkırtan bir kaç kişi derhal idam olundu. Şah İsmail, Osmanlı Ordusunu İslâm'ın kılıcı mücahidleri, aç bırakmak için o taraftaki bütün ekin ve yiyecekleri yaktırmıştı. Fa-kat bu gelen ordu bir başıbozuk kafilesi değil cihanın en büyük kumandanlarından Yavuz Selim'in idaresinde bir ordu idi.

O ordu adaletle idare olunan, etrafındaki köylere sarkıntı­lık yapmayan, üzümcünün bağından kopardığı bir salkım için bir kese akçe bağlayan bir Orduyu Hümayun idi. Os­manlı Ordusunun ta İstanbul'dan kalkıp buralara gelmesi bü­yük bir iktisadî olaydır. İkiyüz bine yakın insan ve bu insanla­rı taşıyan atlar, arabaları ve yükleri çeken öküz, manda gibi hayvanlar her halde açlık ve susuzluklarını havadan nefes alarak temin etmiyordu.

Hele çarpışacak bir ordunun gıdasının daha mükemmel olması icab ederse bunu temini şüphesiz ki, büyük bir iktisa­dî olaydır. Zaferle neticelenen bu savaş bu lojistiğin mükem­mel bir şekilde icra edildiğinin kesin delilidir. Yılmaz Öztuna Bey Türkiye tarihi'nde bu uzun mesafelerde yapılan iki sefer misal gösterir. Bunun ilki Napolyon'un, ikincisi Hitler'in Rus­ya seferleridir ve neticenin ise seferi yapanların fecî mağlû-biyyetleri olmasını bir düşünürsek Çaldıran muffakiyetinin yalnız savaş meydanında değil oraya kadar gelişteki mü­kemmel organizasyonun tesiri olduğunu göz önüne almalı­yız.

Çaldıran Savaşının cereyanına geçmeden evvel son bir olayı anlatalım.

Şah İsmail ortada görünmüyor, her taraf didik, didik aranı­yor netice alınamıyor. Bunun üzerine yine Koca Sultan Yavuz bir kadın elbisesi diktirip bir nâme ile Şah İsmail'e gönderi­yor. Bu tahammül edilmez hakaret her halde Şah İsmail'in meydana çıkmasına yetiyor.
Top